LAİK REJİMİN DİYANET’İ

Resim

LAİK REJİMİN DİYANET’İ

 

Yusuf Sağ

 

Bugünkü (7 Şubat 2014) cuma hutbesi, “Din nasîhattir (ed-Dînü’n-nasîhatü)” hadîs-i şerîfi ile ilgiliydi.

İyi olan taraf, nasihat kelimesine, yanlış olarak, Türkçe’de kullanıldığı gibi öğüt anlamının verilmemesi, hadîsin “Din, samimiyettir” şeklinde tercüme edilmiş olmasıydı.

Bazıları, “Din, hayırhahlıktır (başkalarının hayrını, iyiliğini istemektir)” şeklinde anlam veriyorlar ki, bu da yine samimiyet demektir.

Kötü olan taraf ise, hutbenin insanda, Fethullah Gülen için yazılmış izlenimi uyandırmasıydı.

Dünyayı severek zahid görünmenin, dünyalık için hicret etmenin ne kadar kötü bir şey olduğunu vs. öğreniyorduk.

Hutbede söylenenlerde yanlış bir taraf yoktu, Fethullah Gülen de, belki onların kastettiklerinden (şayet benim anladığım gibi onu kastediyorlarsa) daha kötü olabilirdi, sonuçta Gülen, masum bir peygamber değildi, hepimiz gibi, günah da işleyebilen bir insandı.

Ancak, ben bu hutbede nasîhat (samimiyet) göremedim ve …..

Bu hutbenin samimi olduğuna inanabilmem için, gelecek hafta da, devlet görevleri kendilerine tevdi edilmiş kişilerin çalıp çırpmalarının, yolsuzluğa, rüşvete, irtikaba vs. bulaşmalarının ne büyük alçaklık olduğuna dair bir hutbe dinlemem gerekiyor.

Evet, bu hutbenin samimi olduğuna inanabilmem için, Şeriat’le yönetilme arzusu izhar eden bir devlete gidip “Laiklik iyidir, tadından yenmiyor” şeklinde “öğüt” vermenin “itikadî hükmü”ne dair bir hutbe dinlemem gerekiyor.

Aksi takdirde, bu Diyanet kadrosuna, kesinlikle, Fethullah Gülen’e olandan daha fazla saygı duymam mümkün değil.

Hiç mümkün değil..

Hiç…

.

DİYANET İLMİHALİ’NİN YAZARLARINA (KARAMAN, BARDAKOĞLU, APAYDIN) BAYRAM’IN TESPİTİ KONUSUNDA BİRKAÇ SORU

 

Dr. Seyfi Say

 

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) şöyle bir açıklama yapmış bulunuyor:

 

Diyanet’ten bayram vakti tatışmasına son nokta

Diyanet İşleri Başkanlığı, hilalin Greenwich saatiyle 11.16′da yeryüzünden ilk defa görülmeye başlayacağını bildirerek, Türkiye’de bayramın 8 Ağustos 2013 Perşembe günü olarak tespit ve ilan edildiğini açıkladı.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Ramazan Bayramı vaktine ilişkin yaptığı açıklamaya göre, içtima günü olan 6 Ağustos 2013 Çarşamba günü, Ankara’da ay güneşten 36 dakika, Mekke’de ise 28 dakika önce batıyor. Güneş battığı anda hilal Mekke’de 6 derece 11 dakika, Ankara’da 6 derece 22 dakika ufkun altında bulunuyor. Bu sebeple hilal Ankara ve Mekke’den görülmediği gibi içtima konumunda olduğu için dünyanın hiç bir yerinden görülemiyor.

Hilal, 7 Ağustos 2013 Çarşamba günü ilk defa yeryüzünden görülmeye başlayacak. Ay güneşten; Ankara’da 3 dakika önce, Mekke’de ise 11 dakika sonra batıyor ve güneş battığı anda hilal, Ankara’da 52 dakika ufkun altında, Mekke’de 1 derece 49 dakika ufkun üstünde bulunacak. Ancak bu şartlarda ne Ankara’da ne de Mekkei Mükerreme’de görülme kriterleri gerçekleşmeyeceği için hilal görülmeyecek. Aynı şekilde Kuzey Amerika, Kanada, Avrupa, Asya ve Avustralya’da da görülemeyecek.

Ama başta güney Amerika olmak üzere Afrika kıtasının güney yarısından görülebilecek.

8 Ağustos 2013 Perşembe günü ise ay güneşten; Ankara’da 28 dakika, Mekke’de 49 dakika sonra batacak ve güneş battığı anda hilal, Ankara’da 4 derece 34 dakika, Mekke’de ise 10 derece 24 dakika ufkun üstünde bulunacak.

Buna göre Diyanet, Hicri aybaşlarının belirlenmesinde hilalin görülebilmesi için ihtilafı metalie itibar edilmemesi/hilal yeryüzünün neresinde görülürse görülsün buna itibar edilmesi, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde hilalin görülmesinin mümkün olması durumunda buna istinaden ayın başladığına hükmedilmesi esasına göre 1434 Şevval’in ilk günü, 8 Ağustos 2013 Perşembe gününü Ramazan Bayramı olarak tespit ve ilan etti.

İslam dünyasının zaman zaman farklı günlerde ramazana başlayıp bayram yapması, birbirinden farklı kriterler benimsemelerinden kaynaklanıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, müslümanlar arasında Hicri takvim birliğinin sağlanması amacıyla çalışmalarını sürdürüyor.

(http://www.haber7.com/guncel/haber/1059875-diyanetten-bayram-vakti-tatismasina-son-nokta)

 

Bu açıklama kafa karıştırıcı, çünkü 30 gün oruç tutmuş bulunuyoruz. 30’uncu gün oruç tuttuğunuzda artık ruyet gerekmez. Çünkü, kamerî aylar ya 29, ya 30 gün olur. 31’inci günün orucu diye bir şey olmaz. O, artık yeni ayın birinci günüdür. Bayramdır.

Ruyet ancak 29’uncu günün akşamı gereklidir. Buna göre, ertesi gün oruç mu tutulacağı, yoksa bayram mı yapılacağı belirlenir. Göremezseniz ertesi gün oruç tutarsınız. Hilali görürseniz, ertesi gün bayramdır.

30’uncu gün ise, artık akşam hilalin gözetlenmesi gerekmez. Ertesi gün kesinlikle bayramdır.

Ancak, ramazana yanlışlıkla erken başlamış ve bir gün fazla oruç tutmuşsanız, 30 gün oruç tuttuğunuzda gerçekte 29 gün oruç tutmuş olursunuz. Bu durumda, 30 gün oruç tuttuktan sonra bayram yapmanız, ramazanın son gününün orucunu yemenizle de sonuçlanabilir. Şayet ramazan o sene 29 günse mesele yok, 30 ise, bir gün oruç yemiş duruma düşersiniz.

Diyanet’in açıklamasının, bu konuda sadra şifa bir cevap veremediği görülüyor. İhtilaf-ı metalia itibar edilmemesi ilkesine göre hareket ediyorlar, fakat gün birliğini, mevcut iki boyutlu haritalar çerçevesinde düşünüyorlar. İki boyut çerçevesinde dünya (ve dünya günü) Japonya’nın doğusunda başlıyor, fakat gerçeklikte böyle bir başlama çizgisi yok. Sizin bu başlama çizgisini esas almak için dinî bir gerekçe (delil) göstermeniz gerekir.

İşte Diyanet’in açıklamalarında bu nokta eksik.

Diyanet, Hanefî mezhebinin genelde kabul ettiği ihtilaf-ı metalia itibar etmeme ilkesi çerçevesinde, hilalin Güney Afrika’da görülüyor olmasının, bizim için de yeterli olacağını kabul ediyor. Bu görüş, Hanefî mezhebinden olanları bağlayabilir, fakat birincisi, dünya üzerindeki diğer mezhep mensuplarını bu görüşü kabul etmeye zorlayamazsınız. Diyanet’in temel hatası burada. İkincisi, Hanefîler için de, nasıl bir haritanın esas alınması gerektiği sorunu var. İşte Diyanet’in, özellikle bu noktaya açıklık getirmesi gerekiyor.

Şayet biz, iki boyutlu haritamızda Avrupa ve Afrika’yı en doğuya yerleştirmiş olsaydık, Amerika kıtası ortaya gelseydi, Arabistan Yarımadası ise en batıda görünseydi, Diyanet’in açıklamasında olduğu şekilde yeni hilalin Güney Afrika’da görünmesi durumunda, Güneş’in battığı tarafa doğru diğer beldelerin de ihtilaf-ı metali‘e itibar etmeden bunu dikkate almaları istenecekti. Ancak, bugünkü harita çerçevesinde, Güney Afrika’da görülen yeni hilalin, Güneş’in battığı değil, Hindistan gibi doğduğu taraflarda yer alan ülkeler için de geçerli kabul edilmesi durumu ortaya çıkmaktadır. Yani şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Bir yerde hilal görüldüğünde, görülmesinin mümkün olup da fiilen görülmediği bir beldede ihtilaf-ı metali‘in dikkate alınmaması ve görülmüş kabul edilmesi başka birşey, esas itibariyle görülmesinin hiç mümkün olmadığı bir belde için “ihtilaf-ı metali”in dikkate alınmaması ve hilal sanki görülmüş gibi hareket edilmesi başka birşeydir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konuyla ilgili görüşünün, Hayrettin Karaman, Ali Bardakoğlu ve H. Yunus Apaydın tarafından kaleme alınmış bulunan “Diyanet İlmihali“nde şu şekilde özetlenmiş bulunduğu görülüyor (s. 392-394):

 

Kamerî aylar, adından anlaşıldığı gibi başlangıcı ve bitişi ayın hareketle­rine göre belirlenen aylardır. Ramazan orucu, ramazan ayında tutulduğun­dan ve ramazan ayı da ay takvimine göre her sene değiştiğinden, oruca başlayabilmek için öncelikle, ramazan ayının başladığını tesbit etmek ge­rekmektedir. Peygamberimiz “Hilâli (ramazan hilâli) görünce oruca başlayı­nız ve hilâli (şevval hilâli) görünce bayram ediniz. Hava bulutlu olursa içinde bulunduğunuz ayı otuza tamamlayınız” buyurmuştur (Buhari, “Savm”, 5, 11; Müslim, “Sıyâm”, 3-4, 7-10), Bir başka hadiste de “Hilâli görmedikçe başlamayınız, hilâli görmedikçe bayram etmeyiniz. Hava bulutlu olur da hilâli göremeyecek olursanız, ayı otuza tamamlayın” (Buhari, “Savm”, 11) buyurulmuştur. Bunun için şaban ayının 29, gününden itibaren hilâli görme araştırmaları yapmak gerekmiştir. Aynı şekilde, ramazan ayının çıkıp şevval ayının girdiğini anlamak, dolayısıyla bayram günü oruç tutmuş olmamak için bu defa ramazanın 29, gününden itibaren hilâl gözetlenir ve görülmeye çalışılır. Şaban ayının yirmi dokuzunda hava bulutlu olur da ay görülemezse, kamerî aylar bazan 29 bazan 30 çektiğinden, Peygamberimiz’in direktifi doğrultusunda şaban ayının otuz çektiği farzedilerek ona göre dav­ranmak gerekir.

Bir hadislerinde Peygamberimiz “Biz ümmî bir toplumuz; hesap ve okuma yazma bilmeyiz. Şunu biliriz ki ay, ya 29 ya 30’dur” (Buhari, “Savm”, 11,13; Müslim, “Sıyâm”, 15; Ebû Dâvûd, “Savm”, 4) buyurmuştur.

Rivayet edildiğine göre Peygamberimiz hilâli gördüğü vakit ramazanın bereketli ve huzurlu geçmesi için dua ederdi.

 

a) Hilâlin Görülme Vakti

Hem güneş battıktan sonra daha kolay görüleceği, hem de hesabın netle­şeceği düşüncesinden dolayı âlimlerin büyük çoğunluğu hilâlin gündüz değil, güneş battıktan sonra görülmesine itibar edileceğini söylemişlerdir, Ebû Hanîfe, İmam Muhammed, bir sonraki geceye ait olma ihtimalinden dolayı, zeval vaktinden önce veya sonra olmasına bakmaksızın, gündüzün görülen hilâl ile ramazan orucuna başlanamayacağı gibi ramazan orucunun bittiğine de hükmedilemeyeceği görüşündedir. Diğer mezheplerin görüşü de bu yöndedir, Ebû Yûsuf ise zevalden sonra görülecek hilâli sonraki geceye; zevalden önce görü­lecek hilâli ise, iki gecelik olmayan hilâlin zevalden önce görülemeyeceğine ilişkin carî tecrübî bilgiye dayanarak, önceki geceye ait saymıştır,

 

b) Rü’yet-i Hilâl Meselesi

Rü’yet-i hilâl (hilâlin görülmesi) meselesi öteden beri üzerinde durulan ve sonu gelmeyen tartışmalara yol açan bir konudur. Tartışmanın esası şudur: Ramazan hilâlinin görülmesinde baş gözüyle görmeye mi itibar edilecektir, yoksa bu hususta astronomik hesaplara dayanmak caiz midir?

Hilâlin, güneş battıktan sonra görülmesi, kamerî takvime göre içinde bulunulan ayın sonunu, bir sonraki ayın başlangıcını gösterir. Hilâl ilk doğ­duğunda çok ince olduğu ve çok kısa bir süre sonra kaybolduğu için, ilk günün hilâlini görmek büyük bir dikkat ve tecrübeyi gerektirir, O anda hafif bir sis bulunması durumunda hilâlin görülmesi mümkün olmaz. Bunun için Peygamberimiz bu gibi durumlarda içinde bulunulan ayı, otuz güne ta­mamlamayı emretmiştir.

Dünyanın yuvarlak olması sebebiyle hilâlin bir yerde görülürken başka yerde görülmemesi mümkündür. Buna “ihtilâf-ı metali'” yani ayın doğuş yer ve vakitlerinin değişmesi denilir. Oruca başlarken, ihtilâf-ı metâlie itibar edilip edilmeyeceği hususunda Şâfîîler, ihtilâf-ı metâlie itibar edileceğini, dolayısıyla bir yerde görülen hilâlin oraya uzak yerler için geçerli olmayaca­ğını söylemişlerdir, Şâfîîler’in bu konuda sağlam dayanakları bulunmamak­tadır. Onlar ihtilâf-ı metâliin oruca başlamada dikkate alınmasını, güneşin hareketlerinin namaz vakitlerinin belirlenmesinde dikkate alınmasına ben­zetmişlerdir: Namaz vakitleri belirlenirken nasıl güneşin hareketleri esas almıyor ve meselâ akşam namazı her bölgede aynı anda kılınmıyor ise, oruca başlama vakti de böyle olabilir. Fakat bu oldukça isabetsiz bir ben­zetmedir. Çünkü; ayın bir aylık hareketi, güneşin bir günlük hareketine ben­zetilmektedir. İkincisi ihtilâf-ı metali’ dikkate alınacak olsa bile bu en fazla bir, çok istisnaî durumlarda iki günlük fark ortaya çıkaracaktır. Nitekim ast­ronomik verilere göre ayın ilk kez görüldüğü yerle, buraya en uzak yerdeki görülüşü arasındaki süre farkı dokuz saatten ibarettir. Halbuki güneşin ha­reketinde, belki de her anına göre yüzlerce farklı anlarda, belki farklı bölge­lerde günün her anında namaz kılınmış olmaktadır.

Ulaşım ve iletişim imkânlarının son derece yavaş ve yetersiz olduğu dö­nemlerde, ihtilâf-ı metâliin dikkate alınması anlaşılabilir, izah edilebilir ve savunulabilir bir durum olsa bile iletişim imkânlarının son derece süratli olduğu günümüzde, böyle bir görüşün savunulması imkânsızdır. Kaldı ki, fakihlerin büyük çoğunluğu, ilk dönemlerden beri, ihtilâf-ı metâlie itibar edilmeyeceğini, bir yerde görülen hilâlin diğer yerler için de geçerli olacağını söylemişlerdir. Bu görüş, savunanlarının ve delillerinin güçlülüğü bir yana, bütün müslümanların aynı zamanda oruç tutmaları ve aynı zamanda bay­ram etmeleri sonucunu doğurduğu ve zahiren de olsa bir birlik sağladığı için bile daha isabetli sayılmaya lâyıktır.

Asıl tartışma astronomi ilminin verilerine göre hareket edilip edilmeye­ceği noktasında toplanmaktadır. Bu konuda, astronomi ilminin verilerine itibar edilmeyeceğini savunanların argümanları oldukça zayıf görünmekte­dir. Bir kere, Peygamberimiz “Hilâli görünce oruç tutun…” dediğine göre, aslolan hilâlin görülmesidir; görmenin nasıl olduğu değil. Hadiste geçen rü’yet kelimesinin “baş gözüyle görmek” anlamına geldiğini iddia etmek ise bir zorlamadır; çünkü o kelimenin klasik Arapça’da anlamak, bilmek gibi anlamları vardır. Öte yandan, astronomik verilere itibar edilmeyişi, Peygam­berimiz’in yukarıda geçen “Biz ümmî bir toplumuz, hesap, okuma, yazma bilmeyiz” sözüne dayandırılıyorsa, bu takdirde, müslümanlar ne kadar cahil kalırlarsa o kadar iyi müslüman olurlar gibi bir anlam çıkanlması kaçınılmaz olur. Esasen Peygamberimiz’in bu sözü, o toplumun bilgi ve tecrübe biriki­minin ince hesaplar yapmaya yetmeyeceğini, fakat bu işin özünde hesap meselesi olduğunu da göstermiş olmaktadır.

Hz, Peygamber tarafından hilâlin çıplak gözle görülmesi gibi bir ölçünün ge­tirilmiş olması, bu yöntemin kamerî ayın başlangıç ve bitişini belirlemede yegâne yol olduğunu belirlemek için değil, belki de öteden beri kullanılagelen mûtat yol, her türlü şartta ve imkânsızlık içinde uygulanabilir bir yöntem olması sebebiyle­dir. İbadetlerin ifasında kolaylık esastır, İslâm’daki bütün ibadetlerin ortak özel­liği, sade, kolay anlaşılır ve kolay tatbik edilebilir olmasıdır. Bu bakımdan İslâm’­daki ibadetler, hiçbir uzmanlık ve bilim dalının gelişmediği toplumlarda bile, tarihte görüldüğü gibi, en sıradan insanlar tarafından bile kolaylıkla yerine getirilebilir. Sabah namazı kılacak olan kişi, kafasını uzatıp doğu tarafına baktığı zaman, güneşin doğup doğmadığını görebilir. Ama işin özü itibariyle yalın ve kolay olması, hiçbir zaman, bilimsel verilerin ve gelişmelerin dikkate alınmaması gerektiği anlamına çekilemez. Tam tersine bilimsel gelişmelerden, her konuda olduğu gibi, ibadetler konusunda yararlanmak gerekir.

Günümüzde astronomi ilmi oldukça gelişmiş, ayın ve güneşin hareketle­rinin hassas bir şekilde tesbiti mümkün hale gelmiştir. Artık ince astronomik hesaplar sayesinde, gelecek birkaç yıllık namaz vakitlerini gösteren takvim­ler bile hazırlanabilmektedir. Astronomik hesap, ayın çıplak gözle görülebilir olmasını esas aldığına göre, en doğrusu bu esasa göre hazırlanan takvimlere göre hareket etmektir. Bu konuda dünya müslümanları arasında devletler düzeyinde bir görüş birliğine varılıp, her yıl müslümanların lâhûtî bir at­mosfere girmeye hazırlandıkları ramazan ayında onları tereddüte düşüren ve ibadet şevklerini kıran rü’yet-i hilâl tartışmasına bir son verilmesi günümüz müslümanlarının ortak dileğidir. Bu suretle, hiç değilse oruç ve bayram mü­nasebetiyle bir birlik ve beraberlik içinde olunmuş, ideolojik söylemler için istismar edilen bir konu olmasının önüne geçilmiş, İslâm ülkelerinin anlam­sız bir rekabet ve gruplaşma içine girmesi de önlenmiş olur.

Klasik dönem fakihleri de, rüyet-i hilâl tartışmasını kesmek maksadıyla, kamu otoritesinin (hâkim) bu konudaki kararını herkes için bağlayıcı kabul etmişlerdir. Ülkemizde, her yıl yaşanan anlamsız ve lüzumsuz tartışmalara son vermek için, bu alanda kamu otoritesi sayılan Diyanet İşleri Başkanlığının astronomik veriler esas alınarak kabul ve ilân ettiği takvime uyulması en doğrusudur. Bu suretle müslümanlar arasında gereksiz yere oluşturulan ger­ginlik ve soğukluk ortadan kalkacak ve bayramın bütün ülkede aynı günde yapılmış olması, birlik ve beraberlik ruhunun kuvvetlenmesine katkıda bulu­nacaktır. Bununla birlikte, astronomik hesapla tatmin olmayıp hilâlin gözle görülmesi gerektiğini düşünenler, meseleyi tabiî mecraından saptırmamak ve fitneye sebep olmamak şartıyla sadece kendi nefislerinde gözle görmeyi esas alarak davranabilirler. Unutmamalı ki müslümanlar arasında fitneye sebep veya alet olmak büyük günahtır, Kur’an diliyle ifade etmek gerekirse, “Fitne, savaştan (öldürmekten) bile kötüdür” (el-Bakara 2/191, 217)

 

Buradaki açıklamalar çerçevesinde Diyanet’in şu sorulara cevap vermesi gerekir:

 

1. Yazarlar şöyle diyorlar: “Oruca başlarken, ihtilâf-ı metâlie itibar edilip edilmeyeceği hususunda Şâfîîler, ihtilâf-ı metâlie itibar edileceğini, dolayısıyla bir yerde görülen hilâlin oraya uzak yerler için geçerli olmayaca­ğını söylemişlerdir, Şâfîîler’in bu konuda sağlam dayanakları bulunmamak­tadır. Onlar ihtilâf-ı metâliin oruca başlamada dikkate alınmasını, güneşin hareketlerinin namaz vakitlerinin belirlenmesinde dikkate alınmasına ben­zetmişlerdir: Namaz vakitleri belirlenirken nasıl güneşin hareketleri esas alınıyor ve meselâ akşam namazı her bölgede aynı anda kılınmıyor ise, oruca başlama vakti de böyle olabilir. Fakat bu oldukça isabetsiz bir ben­zetmedir. Çünkü; ayın bir aylık hareketi, güneşin bir günlük hareketine ben­zetilmektedir.”

Yazarların iddiasının aksine, bu benzetmenin oldukça mantıklı olduğu görülüyor. Çünkü, meselenin esasını hilalin görülmesi oluşturduğuna göre, bu benzetme, hilalin bir yerde görülürken diğer bir yerde görülmesinin mümkün olmayabileceğini dikkate almak anlamına gelmektedir. İsabetsiz olan, yazarların, “oldukça isabetsiz bir benzetme” değerlendirmesidir. Yazarlar, neden isabetsiz olduğunu şöyle açıklıyorlar: “Çünkü; ayın bir aylık hareketi, güneşin bir günlük hareketine benzetilmektedir.”

Bu açıklama, söz konusu benzetmenin isabetsiz olduğunu göstermeye yetmez. Benzetme yapmak için, iki şeyin tıpatıp aynı olması gerekmez.Arada bir yönden benzerlik bulunması yeterlidir.

 

2. Yazarlar şöyle diyorlar: “Ulaşım ve iletişim imkânlarının son derece yavaş ve yetersiz olduğu dö­nemlerde, ihtilâf-ı metâliin dikkate alınması anlaşılabilir, izah edilebilir ve savunulabilir bir durum olsa bile iletişim imkânlarının son derece süratli olduğu günümüzde, böyle bir görüşün savunulması imkânsızdır. Kaldı ki, fakihlerin büyük çoğunluğu, ilk dönemlerden beri, ihtilâf-ı metâlie itibar edilmeyeceğini, bir yerde görülen hilâlin diğer yerler için de geçerli olacağını söylemişlerdir. Bu görüş, savunanlarının ve delillerinin güçlülüğü bir yana, bütün müslümanların aynı zamanda oruç tutmaları ve aynı zamanda bay­ram etmeleri sonucunu doğurduğu ve zahiren de olsa bir birlik sağladığı için bile daha isabetli sayılmaya lâyıktır.”

Burada da yazarların, ne söylediklerinin farkında olmadıkları görülüyor: Çünkü, ulaşım ve iletişim imkânlarının son derece yavaş ve yetersiz olduğu dö­nemlerde, ihtilâf-ı metâliin dikkate alınması değil, bilakis, dikkate alınmaması anlaşılabilir. Çünkü, ulaşım ve iletişim imkânlarının “son derece yavaş” olduğu bir dönemde, ihtilaf-ı metaliin dikkate alınmaması, yakın mesafeler için söz konusu olacaktır, olmuştur. Günümüzde ise, ulaşım ve iletişim imkânları gelişmiş bulunduğu için, Diyanet’in bu bayramda yaptığı gibi, Güney Afrika’da görülebileceği hesapla anlaşılan hilal nedeniyle Van’daki adam bayram yapmaktadır. Dolayısıyla, asıl günümüzde, ihtilaf-ı metaliin dikkate alınması gerekeceği söylenebilir. Nedeni de şu: Güney Afrika’daki müslüman tarafından görülebileceği anlaşılan hilal nedeniyle, hilalin görülmesinin hesap çerçevesinde mümkün görülmediği bir yerde, mesela Van’da, hilal görülmüş gibi hareket edilmesini istiyorsunuz. Halbuki hadîs şöyle: “Hilâli görmedikçe başlamayınız, hilâli görmedikçe bayram etmeyiniz. Hava bulutlu olur da hilâli göremeyecek olursanız, ayı otuza tamamlayın” (Buharî, “Savm”, 11) Hanefî alimlerinin, “İhtilaf-ı metalie itibar etmeye gerek yoktur” dedikleri zamanda ise, iletişim ve ulaşım imkânlarının gelişmemişliğinden dolayı, çok yakın mesafeler arasındaki ihtilaftan bahsediliyordu.

Yazarlar, yukarıya almış bulunduğumuz ifadelerini şöyle sürdürüyorlar: “Bu görüş, savunanlarının ve delillerinin güçlülüğü bir yana, bütün müslümanların aynı zamanda oruç tutmaları ve aynı zamanda bay­ram etmeleri sonucunu doğurduğu ve zahiren de olsa bir birlik sağladığı için bile daha isabetli sayılmaya lâyıktır.

Burada, yazarların cevap vermesi gereken birkaç soru ortaya çıkıyor:

Birincisi, görüşün delillerinin güçlülüğünü anladık, fakat “savunanlarının” güçlülüğü ne demek oluyor? Şafiî uleması külliyen güçsüz mü? Hakkı mı kişilere göre değerlendireceğiz, kişileri mi hakka göre?

İkincisi, burada “sonucunu doğurduğu” denilerek, illetten değil, sonuçtan hareketle hüküm verilmesi yoluna gidilmiş olmuyor mu?.

Üçüncüsü, “zahiren de olsa” birlik ne demektir?.. Neden zahiren?

Dördüncüsü, birlik olsun diye, mezhepler arasındaki farklılıklar iptal edilebilir mi?

Beşincisi, farklı günlerde bayram yapmak, “çokluk içinde birlik” kabul edilemez mi?

Altıncısı, yazarlar, “daha isabetli sayılabilir” (yani, “Öbür görüş de isabetli sayılabilir, fakat bu daha isabetli”) derken, daha önce yaptıkları “oldukça isabetsiz” nitelendirmesini unutmuş, çelişki sergilemiş olmuyorlar mı?!

 

3. Yazarlar şöyle diyorlar: “Asıl tartışma astronomi ilminin verilerine göre hareket edilip edilmeye­ceği noktasında toplanmaktadır. Bu konuda, astronomi ilminin verilerine itibar edilmeyeceğini savunanların argümanları oldukça zayıf görünmekte­dir.

Tartışma konularından biri bu, fakat hepsi bu değil.

Astronomi ilminin verilerine göre hareket edilip edilmeyeceği tartışması, ihtilaf-ı metali ile ilgisizdir. Şöyle bir örnek üzerinden gidelim: Diyelim ki, astronomik veriler bize, 29’uncu günün akşamı hilalin çıplak gözle görülebileceğini bildiriyor. O sırada da mevsim kış ve ülke genelinde hava kapalı. Hiç kimse hilali göremiyor. İşte burada, astronomi ilminin verilerine göre hareket edilip edilmeyeceği sorunu ortaya çıkar.

Ancak, mesele bundan ibaret değil. Son bayramda olduğu gibi, Güney Afrika’da görülmesi mümkün olan hilalden hareketle Türkiye’de bayram yapılmasını istediğinizde, sorun astronomik verilere göre hareket edip etmeme değil, çıplak gözle rüyet şartını arayıp aramama haline gelmektedir. İşte o zaman, mesele, sadece ihtilaf-ı metalie itibar edip etmeme meselesi haline gelmektedir. Bu noktada mezhepler arasındaki görüş farklılıklarına saygı duymak gerekmez mi?!

Yazarlar sözlerini şöyle sürdürüyorlar: “Bir kere, Peygamberimiz ‘Hilâli görünce oruç tutun…’ dediğine göre, aslolan hilâlin görülmesidir; görmenin nasıl olduğu değil. Hadiste geçen rü’yet kelimesinin ‘baş gözüyle görmek’ anlamına geldiğini iddia etmek ise bir zorlamadır; çünkü o kelimenin klasik Arapça’da anlamak, bilmek gibi anlamları vardır.

Burada görüş farklılığının bulunması belki normal karşılanabilir. Yani bir kimse, “Hilali herhangi bir alet yardımıyla görmek de yeterli olabilir; bu, anlamaktır, bilmektir” derse, onu, kendi anlayışıyla başbaşa bırakmak doğru olabilir. Ancak, “hilalin görülmesi”nden ilk anda akla gelen, çıplak gözle görme olduğu için, hadîsten bunu anlayanlara, “Hayır, bu bir zorlamadır” demek de mantıklı olur mu?!. Tam aksine, bunun, tabiî bir akıl yürütüş biçimi olduğu, belki diğer görüşün bir zorlama kabul edilebileceği söylenemez mi?!.  

Yazarlar, bunun ardından şunları söylüyorlar: “Öte yandan, astronomik verilere itibar edilmeyişi, Peygam­berimiz’in yukarıda geçen ‘Biz ümmî bir toplumuz, hesap, okuma, yazma bilmeyiz’ sözüne dayandırılıyorsa, bu takdirde, müslümanlar ne kadar cahil kalırlarsa o kadar iyi müslüman olurlar gibi bir anlam çıkarılması kaçınılmaz olur.”

Bu, mantıksız bir değerlendirme. Çünkü, burada sorun, astronomik verilere itibar edip etmeme değildir, Peygamber Efendimiz s.a.s.’in uygulaması (Sünnet) çerçevesinde astronomik verilere ne ölçüde itibar edilip edilemeyeceğidir. Bu konuda ihtilaf ortaya çıkması da doğaldır.   

Yazarlar, sözlerini şöyle sürdürüyorlar: “Esasen Peygamberimiz’in bu sözü, o toplumun bilgi ve tecrübe biriki­minin ince hesaplar yapmaya yetmeyeceğini, fakat bu işin özünde hesap meselesi olduğunu da göstermiş olmaktadır.

Bu ifadeler, mantıklı ya da isabetli bir değerlendirme kabul edilebilir. Fakat şu soruya cevap vermeye yetmez:

Güney Afrika’da görülebilecek olan hilalin, Van’da görülmesinin mümkün olmadığını “hesap ve astronomik veriler çerçevesinde”, yani hesaba dayanarak söyleyen Şafiî mezhebinden birisini, bayram yapması gerektiğine nasıl ikna edeceksiniz?

 

4. Yazarlar ayrıca şunu söylüyorlar: “Hz, Peygamber tarafından hilâlin çıplak gözle görülmesi gibi bir ölçünün ge­tirilmiş olması, bu yöntemin kamerî ayın başlangıç ve bitişini belirlemede yegâne yol olduğunu belirlemek için değil, belki de öteden beri kullanılagelen mûtat yol, her türlü şartta ve imkânsızlık içinde uygulanabilir bir yöntem olması sebebiyle­dir.

O halde, yazarlar (daha doğrusu Diyanet) konuyla ilgili “yegâne yol” belirleme çabasından vazgeçmeli değil midir?!

 

5. Yazarlar, netice olarak şu hükme varmaktadırlar: “Günümüzde astronomi ilmi oldukça gelişmiş, ayın ve güneşin hareketle­rinin hassas bir şekilde tesbiti mümkün hale gelmiştir. Artık ince astronomik hesaplar sayesinde, gelecek birkaç yıllık namaz vakitlerini gösteren takvim­ler bile hazırlanabilmektedir. Astronomik hesap, ayın çıplak gözle görülebilir olmasını esas aldığına göre, en doğrusu bu esasa göre hazırlanan takvimlere göre hareket etmektir.

Yazarların bunu söylemeye hakları var. Ancak, Diyanet’in en başa aldığımız son açıklaması çerçevesinde düşünüldüğünde, ortaya başka bir sorun çıkıyor: Astronomik hesap, ayın çıplak gözle görülebilir olmasını esas alsa da, bayram ilanı buna göre yapılmakta mıdır? Yani, hesap çerçevesinde hilalin Güney Afrika ve Güney Amerika’dan görülebilir olmasına bakarak “bu beldelerde yaşayanların, hilali çıplak gözle görememiş olsalar bile, astronomik verilere itibar ederek bayram yapmaları” ile, “kendileri hilali görmedikleri ve görmeleri de mümkün olmadığı halde, mesela Vanlı vatandaşların bayram yapması” aynı şey midir?

 

6. Son soru şu: İhtilaf-ı metalie itibar ederek farklı görüş ve uygulamaları meşru ve doğal kabul etmek (yani mezhepler arası ihtilaflara saygı göstermek) mi fitneyi önlemeye daha elverişlidir, yoksa “İhtilaf-ı metaile itibar edilmez, farklı görüş ve uygulamalar (mezhep farklılığı) fitne doğurur” diyerek ithamda bulunmak, kendi mezhebi dışındaki içtihatları itibarsızlaştırmak mı?

.

ŞERİAT İSTEMEYEN “MÜSLÜMANLAR”

Görsel

Ahmet Polat

 

Önce bir haber:

 

ABD merkezli Pew araştırma kuruluşunun 39 ülkeden 38 bin kişiyle görüşerek yaptığı ankete göre dünyadaki Müslümanların büyük kısmı şeriatın ülkelerinde yasa olarak uygulanmasını istiyor. Türkiye’de şeriatın uygulanmasını isteyenlerde oran yüzde 12 olurken Afganistan’da bu oran yüzde 99’u buluyor. İşte anketten öne çıkan detaylar:

Şeriatın gelmesini en az isteyen ülke yüzde 8 ile Azerbaycan. Nijerya’nın yüzde 71’i, Endonezya’nın yüzde 72’si, Mısır’ın yüzde 74’ü şeriatın gelmesini istiyor. Rusya’daki Müslümanların yüzde 42’si şeriatın gelmesini isterken Irak’ta bu oran yüzde 91, Lübnan’da yüzde 29, Tunus’ta yüzde 56, Ürdün’de ise yüzde 71.

Pakistan’da, şeriat isteyen ancak şeriatın diğer dinlere mensup olan kişiler için de uygulanmasını istemeyenlerin oranı yüzde 65, Türkiye’de ise bu oran şeriat isteyen yüzde 12’lik kesim içinde yüzde 50 olarak belirlendi. Irak’ta şeriat isteyenlerin yüzde 59’u diğer dinlerin şeriattan muaf tutulması gerektiğini savunuyor. Rusya’da şeriat isteyen Müslümanlarda bu oran yüzde 70 iken Mısır’da yüzde 25, Lübnan’da yüzde 51, Ürdün’de ise yüzde 41.

Türkiye’de şeriatın gelmesini isteyenlerin yüzde 35’i suça karşı bedensel ceza yani kırbaçlama, dağlama ve sakat bırakma gibi cezalar uygulanmasını savunuyor. Pakistan’da bu oran yüzde 88, Ürdün’de yüzde 57, Irak’ta yüzde 56, Lübnan’da yüzde 50, Afganistan’da ise yüzde 81. Türkiye’de şeriat isteyenlerin yüzde 29’u ise zinanın cezasının recm olması gerektiğini savunuyor. Taşlananarak öldürülme anlamına gelen recmi en fazla savunanlar ise yüzde 84 ile Filistinliler.

Türkiye’de şeriat isteyenlerin yüzde 17’si İslam dininden ayrılanların idamla cezalandırılması gerektiğini savunuyor. Bu oran en fazla yüzde 86 ile Mısır’da görülüyor.

Türkiye’nin şeriat devleti olmasını isteyenlerin yüzde 48’i aile içi sorunların ya da mülk sorunlarının din adamları tarafından çözülmesi gerektiğini savunuyor. Birinci sıradaki Mısır’da bu oran yüzde 95.

(http://dunya.milliyet.com.tr/turkiye-de-yuzde-12-seriat-istiyor/dunya/detay/1701923/default.htm)

 

Pew Araştırma Merkezi’nin (Pew Research Center) söz konusu araştırmasının (bkz. http://www.pewforum.org/Muslim/the-worlds-muslims-religion-politics-society-exec.aspx) Türkiye için verdiği sonuçlar, geçmiş yıllarda farklı kuruluşlar tarafından yapılmış bulunan araştırmaların sonuçlarıyla örtüşüyor.

Her ne kadar araştırmaya göre Türkiye’de Şeriat isteyenlerin oranı yüzde 12 olarak görünüyorsa da, bunu sahih (Ehl-i Sünnet inancına uygun, modernist yorumlara itibar etmeyen) Şeriat anlayışı çerçevesinde düşündüğümüzde, Milliyet gazetesinin yukarıya aldığımız haberinin de ortaya koyduğu gibi, oranın yüzde 2’ye, bilemedin yüzde 3’e kadar gerilediğini kabul etmek gerekiyor.

Evet, Türkiye’de, Ehl-i Sünnet’in (geleneksel, modernize edilmemiş) İslam anlayışı çerçevesinde Şeriat isteyenlerin oranının yüzde 2 ya da 3 olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Şeriat istemeyen müslüman olmak ne anlama gelmektedir?

Bu, esas itibariyle, Atatürk ilke ve inkılaplarını istemeyen, tam karşıtı uygulamaları savunan Atatürkçüler’in varlığı gibi birşeydir.

Atatürkçülerin, böylesi bir Atatürkçülük yorumunu kabul ettiklerine henüz şahit olamadık. Atatürkçülük konusunda tutarlılar.

Bırakın böylesi bir Atatürkçülük yorumunu savunmayı, Atatürkçü uygulamalara karşı çıkmamakla birlikte, onlarla çelişen en küçük bir uygulamayı çağdaşlık, demokrasi ya da inanç hürriyeti bahanesiyle savunanlara bile, “takiyyeci, gizli rejim düşmanı, gizli gündemci vs.” suçlamalarını yöneltebiliyorlar.

Evet, Türkiye’de, Atatürkçü olduklarını söyleyenlerin yüzde kaçı “Atatürk ilke ve inkılaplarının uygulanmasına lüzum yoktur, bunların çağı geçmiştir” diye düşünüyor, bilmiyorum. Ama, Türkiye “müslüman”larının en azından yüzde 88’i Şeriat için açıkça böyle düşünüyor.

Sonra da bu yüzde 88, kimi zaman, geriye kalan yüzde 12’yi “aşırı dinci, İslamcı, fanatik, radikal, vs.” diye damgalıyor. Sanki İslamcı olmamak bir meziyetmiş gibi.. Bazıları daha usturuplu ve kurnazca yaftalar uyduruyor: Haricî vs…

Peki, Şeriat istemeyen insanların müslümanlığının hükmü İslam’a göre nedir?..

Bu sorunun cevabını ben vermeyeyim.. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın vazifesi ne?!..

Belki akla şöyle bir soru gelebilir: Bu insanlar Şeriat’in ne olduğunu gerçekten biliyorlar mı?..

İsteyip istemediklerine karar verebildiklerine göre, bildiklerini kabul etmek zorundayız.

Türkiye’de yaşayan bir müslüman olup da Şeriat’in ne olduğunu bilmemek, bu ülkede yaşayıp da Atatürk’ün kim olduğunu bilmemekten farksızdır. (Burada Şeriat’in ne olduğunu anlatmak için ayet yazmayalım. “Laik” bir kaynağa, T.C. Başbakanlık Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlük’üne başvuralım: Kur’an’daki ayetlere, Hz. Muhammed’in sözlerine dayanan İslam kanunu, İslam hukuku.)

Adam hem müslüman, hem de Kur’an’daki ayetlere, Hz. Peygamber s.a.s.’in sözlerine, yani Sünnet’e dayanan İslam hukukunu istemiyor.

Evet, Türkiye “müslüman”larının büyük çoğunluğu bu durumda..

Birileri de, Türkiye’de Ehl-i Sünnet’i savunacağım diye Şeddadî türbelere methiye düzmeyi İslam’a hizmet zannediyor.

Şu işe bakın!.. Asıl mesele ne, bu adamların derdi ne!.. Ehl-i Sünnet inancını savunmak bu mudur?!.. Böyle mi olmalıdır?!..

Adam Şeriat’i (Kur’an ve Sünnet’in hükümlerini) istemeyecek, ve bu görmezden gelinecek, nakış nakış işlenmiş sandukası, yaldızlı kubbesiyle türbeyi ziyaret edince “Ehl-i Sünnet müslümanı” haline gelmiş olacak..

Evet, bugün Türkiye “müslüman”larının irşad edilmeye, Şeriat’e (Kur’an’daki ayetlere, hadîs-i şerîflere) davet edilmeye ihtiyacı vardır.

Onların İslam’ı dolaylı ifadelerle inkâr etme, Kur’an’a ve Sünnet’e dolambaçlı laflarla karşı çıkma anlamına gelen tutumlardan uzak durmaya çağırılmaları gerekmektedir.

Bunu kim yapacacaktır?..

Diyanet İşleri Başkanlığı mı?..

Diyanet İşleri Başkanlığı herşeyi hutbe konusu yapar, Şeriat hariç..

Herşeyi anlatırlar, fakat hiçbir hutbede şunu söylemezler (ya da söyleyemezler): “Şeriat, İslam demektir. Şeriat’e karşı olmak, İslam nazarında sapıklıktır. Sevmemek, nifaktır. Şeriat’i sevemeyen, isteyemeyen bir kalp ya ölmüştür ya da hastadır. ‘Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, imanlı bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.’ Ahzab, 33/36.”

Şu yaşa geldim, nice hutbe dinledim, henüz Şeriat’in ne olduğunu açıkça dile getiren bir hutbeye rastlamak nasip olmadı..

Diyanet’in durumu bu… Peki ya cemaatler?..

Onların da, “özel” diyanet işleri başkanlıkları olarak üç aşağı beş yukarı aynı yolda yürüdükleri görülüyor.

Bunlar, “sivil” oldukları için, “resmî” Diyanet kadar bile mazur görülemezler.

Bir sürü dergi mergi, ıvır zıvır yayınlarlar, mantıklı mantıksız, önemli önemsiz demeden her meseleyi yayınlarında gündeme getirirler, “dosya” ve “kapak” konusu yaparlar, fakat Şeriat’e bağlılık genelde bir türlü ele alınmaz. Sanki böyle bir sorun varid değildir.

Hatta bazı cemaatlerin açıkça laikliği savunmaya başladıklarına bile şahit olduk.

Evet, rüyada görsek inanmayacağımız şeyleri zaman geliyor fiilen yaşayabiliyoruz. Dünya gözüyle görebiliyoruz.

“Olmaz olmaz deme, ‘olmaz’ olmaz.”

//