ESAD COŞAN SUİKASTİ, TAYYİP ERDOĞAN, DEVLET BAHÇELİ VE “TÜRK İSTİHBARAT KAYNAKLARI”

Mehmet Çevik

 

Google’da Muhsin Yazıcıoğlu suikasti yazdığımızda, 3 milyon 100 bin sayfa görüntüleniyor. Buna karşılık Esad/Esat Coşan suikasti ifadesi için görünen belge sayısı 63 bin 300.

Aradaki fark, 49 kat.. Düz hesapla 50 kat..

Üstelik, Coşan’ın vefatı ile Yazıcıoğlu’nun ölümü arasında, sekiz yılı aşkın bir zaman farkı bulunuyor. Yazıcıoğlu suikasti konulu sayfaların sayısı, bir sekiz yıl sonra, muhtemelen çok daha büyük rakamlara ulaşacak. Esad Coşan suikasti ifadesi ise, giderek unutulacak.

Bunun nedenlerinden biri, geçmişte, Esad Coşan’ın ölümünün sıradan bir kaza olmadığını, bunun bir suikast olabileceğini dile getirenlerin sayısının çok az olması. Şimdilerde ise, bu netameli meseleye hiç kimse “doğrudan” bulaşmak istemiyor. Muhtemelen sağlığa zararlı bir konu olduğunu düşünüyorlar.

Bu konudaki şüphelerini dile getiren sayılı isimlerden biri, kendisi de 8 Eylül 2003 tarihinde bir kazaya kurban giden efsane vali Recep Yazıcıoğlu idi (Bakınız: http://yenisafak.com.tr/arsiv/2001/subat/05/gundem.html). Konuyla ilgili kuşkularını seslendiren bir başka isim ise İlhan Kesici‘ydi (Bakınız: http://arsiv.zaman.com.tr/2001/02/05/haberler/haberlerdevam.htm).

Daha sonra, iki yıllık bir “dinlenme”nin ardından, “saz”ı başka tip adamların ellerine aldıkları görülüyor.

Mesela, konuyu ilk kez 2003 yılında “inceleyen” Yeniçağ Gazetesi yazarı Arslan Bulut’un, 2005 yılı Aralık ayında, yine “Türk istihbarat kaynakları”na dayanarak şu ifadeleri yazdığını görüyoruz:

 

Neden Yeni Zelanda ve Avustralya?

 

Basında Başbakan Tayyip Erdoğan”ın 10 günlük Yeni Zelanda ve Avustralya gezisi eleştiriliyor. Eleştiriler, Rahmi Koç”un bu ülkelerle ticaret hacminin küçük oluşunu gündeme getirmesi ve “60 milyon dolar, 80 milyon dolara çıksa ne olur?” tarzındaki sözleri ile başladı ve Başbakan”ın çok gezmesi üzerinde yoğunlaştı. Bu arada, farklı bir değerlendirmeyi, Kanal Türk”te Tuncay Özkan”dan duydum. Özkan, Cüneyt Arcayürek ile birlikte yaptığı programda, “Avustralya”da ne var? Bir koloni var? Kimin kolonisi? Hani trafik kazasında ölen Esat Coşan”ın kolonisi. Peki bu koloniye kim bağlıydı? Korkut Özal” tarzında bir değerlendirmesi vardı.

Özkan, doğru yere nişan almış ama benim bilgilerim çok farklı!

 

* * *

 

Esasen bu meseleyi, 2003 yılında incelemiştim. Özetle şöyleydi:

“Nakşibendi cemaatinin lideri Prof. Dr. Esat Coşan”ın Avustralya”da, CIA”nın daha sonraki Türkiye operasyonları için, İngiliz gizli servisi tarafından trafik kazası süsü verilerek öldürüldüğü tespit edildi

Coşan”ın, Sydney”e 600 kilometre uzaklıktaki Dubbo şehrine giderken bir kaza sonucu öldüğü bildirilmişti. Yapılan araştırmalar sonunda, Coşan”ın aracının önündeki araçta stop lambalarının yanmadığı, bu yüzden şoförün karşıdan gelen araca değil, stop lambaları sönük TIR kamyonuna çarptığı anlaşıldı.

İngiliz gizli servisi, kaza süsü vermek istediği olaylarda daha önce de stop lambası yöntemini kullanmıştı. Olaydan sonra, Coşan”ın cesedi, askeri bir uçakla ve İngiliz gizli servisi elemanları tarafından Türkiye”ye getirilmişti.

Coşan, eşinin babası olan Mehmet Zahit Kotku”nun vasiyeti üzerine 1980”de Nakşibendi cemaatinin başına geçmişti. Coşan, bütün eserlerinde ve konuşmalarında, Türk-İslam”cı bir felsefe ile hareket etmiş, ancak dış bağlantıları her zaman soru işareti uyandırmıştı. Coşan, Türkiye”de tutuklanacağını haber aldığı için Haziran 1997”de Avustralya”ya gitmişti…”

 

* * *

 

Meselenin daha önemli boyutu ise şöyleydi:

“Türkiye”deki tarikat ve cemaatler içinde, en önemli grubu oluşturan İskenderpaşa cemaati, Coşan”ın ölümünden sonra tam bir dağınıklık içine girdi. Zaten daha önce de cemaatin başka liderlerine yönelik saldırılar yapılmıştı.

Fethullah Gülen”in talimatıyla başlatılan Abant toplantıları, AKP iktidarının temelini atıyordu. Abant toplantıları, AKP iktidarına birkaç bakan da verecekti. Süleymancılar ise ikiye bölünüyor, bir grup ANAP”ı destekleme kararı alırken, diğerleri AKP”ye geçiyordu.

Strateji, merkez sağın parçalanması ve Genç Parti”ye milliyetçi söylem kullandırarak MHP ve DYP”nin zayıflatılmasına dayanıyordu. ANAP, zaten çökmüştü.
Nurcu cemaatlerden Zehra grubu da DEHAP ve AKP”ye dağılıyor; İsmail Ağa Cemaati, Menzilciler ve Yahyalı Grubu gibi irili ufaklı birçok grup, AKP”yi destekleme kararı alıyordu.

Nakşibendiler AKP”ye katılmaya başlayınca küçük gruplar da dışarda kalmamak için kitleler halinde AKP”ye aktı.

CIA”nın ilk operasyonu, Kemal Derviş”in katılacağı partiyi iktidar yapmaktı. Bu amaçla DSP”yi böldüler. Ecevit”i hastanede aşırı dozda verilen ilaçlarla öldürtmeye çalıştılar. Ecevit, Gülhane askeri hastanesinde kurtarılınca, İsmail Cem hareketi kısır kaldı. CIA, “Türk halkı İsmail Cem-Kemal Derviş”i kabul etmiyor. Radikal İslam”ı tamamen ele geçirerek bir taşla iki kuş vuralım” görüşünde karar kıldı.

Daha il başkanıyken görüşmeye başladıkları Tayyip Erdoğan”ı ABD”ye davet ederek, tek başına iktidar formüllerini sunmaya başladılar.

ABD”de bulunan Fethullah Gülen de devreye girdi ve bütün gücüyle AKP”yi desteklemeye başladı. Coşan, Türk-İslamcı”ydı ve Erbakan ile ayrılıkları, hem kaybolan bir çanta cemaat parası hem de Türlük vurgusu sebebiyle oluşmuştu. Coşan”ın Türk kimliğini dışlayan Tayyip Erdoğan”ın başında bulunduğu bir hareketi desteklemesi söz konusu bile olamazdı. Coşan”ın CIA”nın talebiyle İngiliz gizli servisi MI5 tarafından öldürülmesi, Tayyip Erdoğan”ın önünü açmıştı.”

Bu değerlendirmeler, bana değil,Türk istihbarat kaynaklarına aitti!

 

* * *

 

Coşan, Nakşibendi cemaatinin lideri olarak, kaynağını Ahmet Yesevi”ye kadar dayandırdığı, Türklük vurgusu yüksek bir İslam anlayışını savunuyordu. Diğer taraftan, Coşan, öldürülmeden kısa bir süre önce, 1998 yılında Sağduyu adlı bir gazete kurduruyor ve bu gazetede İslamcı, Milliyetçi ve solcu görüşlerin bir arada seslendirilmesini istiyordu. Sonradan öğrendiğime göre bu gazete, yeni bir partinin zeminini oluşturacaktı. Kısacası AKP olarak ortaya çıkan yapılanmayı, aslında Türk-İslamcı bir çizgide Esat Coşan kuracaktı. Ancak, 28 Şubat süreci, böyle bir yapılanmaya izin vermedi. AKP, yaratılan bu boşlukta tek başına iktidar oldu.

http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=4521

 

Görüldüğü gibi, Arslan Bulut, “Esasen bu meseleyi 2003 yılında incelemiştim diyor.

Esasen, 2003 yılında meseleyi bir başkası daha “incelemişti”: Muharrem Nureddin Coşan.

Şu ilginç tevafuka bakınız ki, internette yer alan İskenderpaşa adlı bir facebook sayfasında, hem Arslan Bulut’un, hem de Nurettin’in ilgili ifadeleri birlikte yer alıyor (Yukarıdaki resim bu facebook hesabından alınmıştır. “Ben Esad Coşan’ın şapkalı, sinekkaydı traşlı ve aynı zamanda rütbesiz er olanını severim” anlayışını yansıttığı görülüyor).

Söz konusu sayfada, 23 Nisan (2013) tarihli bir paylaşımda, önce Nurettin’in, sonra da (“devamı” linki içinde) Bulut’un ifadeleri şu şekilde aktarılmış:

 

“Sevgili liderim, lideriniz Mahmud Esad Coşan rahimehullah iki yıl önce 4 Şubat 2001 Pazar günü müphem bir çarpışma neticesi damadı Ali Yücel Uyarel’le birlikte şehid olmuştu…” (Muharrem Nureddin COŞAN-2003)

******************************************

 

“”Nakşibendi cemaatinin lideri Prof. Dr. Esat Coşan”ın Avustralya”da, CIA”nın daha sonraki Türkiye operasyonları için, İngiliz gizli servisi tarafından trafik kazası süsü verilerek öldürüldüğü tespit edildi

Coşan”ın, Sydney”e 600 kilometre uzaklıktaki Dubbo şehrine giderken bir kaza sonucu öldüğü bildirilmişti. Yapılan araştırmalar sonunda, Coşan”ın aracının önündeki araçta stop lambalarının yanmadığı, bu yüzden şoförün karşıdan gelen araca değil, stop lambaları sönük TIR kamyonuna çarptığı anlaşıldı.

İngiliz gizli servisi, kaza süsü vermek istediği olaylarda daha önce de stop lambası yöntemini kullanmıştı.” (Arslan BULUT- YENİÇAĞ / 2003)

(https://tr-tr.facebook.com/iskender.pasa.tr?hc_location=timeline)

 

İlginç tevafuklar bununla da bitmiyor.

Sözkonusu facebook sayfasında, yine 23 Nisan (2013) tarihinde, Esad Coşan’ın ölümüne ilişkin bir başka paylaşım daha yapılmış.

Bu defa konu, bir linke havale edilmiş: Emin Pazarcı tarafından Muhsin Yazıcıoğlu’nun da işin içine karıştırıldığı Barnabas İncili cinayetleri teorisi aktarılmış. Link şöyle: http://www.habername.com/haber-basbakani-da-oldurmeye-calisan-organizasyon-72313.htm

Her ne kadar mesele, bu rivayetlerin birinde, Tayyip Erdoğan’ın önünün açılması için Esad Coşan’ın dış güçler tarafından öldürülmesi şeklinde sunuluyor, diğerinde de Hristiyanlığın bekası için Coşan’ın yok edilmesi olarak anlatılıyorsa da, katil olarak gösterilen adres aynı.

Kısacası, “Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif”.

Tabiî ki, ikinci teori daha işlevsel: Bir taşla iki, pardon üç kuş birden vurulabiliyor; hem 1980’lerin başbakanı Özal’a Kartal Demirağ tarafından yapılan suikast teşebbüsünü, hem de Coşan ve Yazıcıoğlu “kaza”larını salt dış güçlerin hesabına yazarak kapatabiliyorsunuz.

Ancak, Arslan Bulut’un “Türk istihbarat kaynakları”na dayandırdığı ifadeleri, Esad Coşan’ı 1982 yılından beri tanıyan benim gibilerin kafasındaki soru işaretlerine cevap vermeye yetmiyor.

Öncelikle, “Bu değerlendirmeler, bana değil, Türk istihbarat kaynaklarına aitti” diyen Bulut’un, Türk istihbarat kaynaklarıyla olan bu samimi bilgi alışverişinin mahiyetine dair bizi bilgilendirmesi gerekiyor.

Nasıl oluyor da oluyor bu? Nasıl oluyor da, “Türk istihbarat kaynakları”, bu “değerlendirmeleri”ni gidip Arslan Bulut’la bu minvalde paylaşıyorlar?

Neden, şu değerlendirmelerinin daha inandırıcı ve ikna edici olması için, başka bilgiler de vermiyorlar?

Neden, tek sayfalık bir yazıda “Türk istihbarat kaynakları”nın değerlendirmeleri eşliğinde bu kadar çok bilgi yanlışı yer alıyor?

Birincisi, Sydney-Dubbo arası 600 km değil, çok daha yakın. Mesafe 400 km’yi bile bulmuyor.

İkincisi, Coşan’ın cenazesi Türkiye’ye “askerî” bir uçakla değil, Singapur Havayolları tarafından getirilmişti. İnternette hâlâ yer alan bir haberde şöyle deniliyor:

 

Coşan’ın cenazesi Eyüp’e defnedilecek

 

Avustralya’da geçirdiği trafik kazasında ölen Esad Coşan ve damadı Ali Yücel Uyarel’in cenazeleri, uçakla Türkiye’ye getirildi. Singapur Havayolları’na ait Boeing 777-200 tipi bir uçakla saat 07.35’de İstanbul’a getirilen cenazeler, 2 ambulansa konularak Yenibosna’daki Hayrünnisa Hastanesi’nin morguna kaldırıldı. Esad Coşan’ı karşılamaya gelen yaklaşık 150 kişiden oluşan grup, cenazelerin ambulansa alınması sırasında tekbir getirdi. Havalimanında basın mensuplarının sorularını cevaplandıran Esad Coşan’ın kardeşi Ragıp Coşan, cenazelerin, iç organlar çıkartılmadan Avusturalya’dan getirildiğini bildirdi.

(http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=-224108)

 

Üçüncüsü, cenazeyi Türkiye’ye getirenler, İstanbul’dan giden bazı cemaat mensupları ile (kalabalık bir grup), Avustralya’da yaşamakta olup da cenazenin defninde yer almak isteyen (çoğunu benim de tanıdığım) bazı şahıslardı. Yoksa, Coşan’ın cenazesinin İngiliz gizli servisi elemanları tarafından Türkiye’ye getirildiğini söyleyen Bulut’a göre, söz konusu servis elemanları bunlarydı? Bütün bunlar olurken, Bulut’un samimi olduğu “Türk istihbarat kaynakları” ne işle meşgullerdi? Ayrıca, şu İngiliz gizli servisi elemanları bu kadar açık ve alenî mi çalışıyorlardı? Ne iş yaptıkları, yaka kartlarında mı yazılıydı?

Dördüncüsü, Bulut’un iddiasının aksine, “Coşan, Türkiye’de tutuklanacağını haber aldığı için Haziran 1997’de Avustralya’ya gitmiş” değildi. Avrupa’ya gitmişti. Daha sonra onun peşinden Avustralya’ya gidip yerleşecek S. G. isimli şahsın Almanya’da misafiri olma bahtsızlığını yaşamaya başlamış bulunuyordu. Ayrıca Türkiye’yi Haziran’da değil, Nisan’da terk etmişti.

Beşincisi, Coşan’ın Erbakan’la olan ihtilafı, kaybolan bir çanta dolusu cemaat parası ve Türklük vurgusundan kaynaklanmıyordu. Asıl tartışma biat, intisap ve hilafet (cihad emirliği) kavramları etrafında dönüyordu. Türklük vurgusunun esamisi bile ortada yoktu. Çantalar dolusu para lafı da, paranın fazlalağını ifade etmek için kullanılmış bir ifadeydi. Ortada cemaate ait olup da kaybolan bir para yoktu. (Bu Türklük vurgusu meraklıları nedense Ahmed-i Yesevî‘den başka isim de bilmezler. Coşan’ın silsilesi Ahmed-i Yesevî’ye değil, Yusuf-u Hemedanî’nin diğer halifesi Abdülhalik-ı Gücdüvanî’ye rh. a. dayanır. Yusuf-u Hemedanî, İbnü’l-Esîr’in İslâm Tarihi‘nde geçtiği gibi, çok iyi Arapça konuşan ve Arapça vaaz eden biriydi. Arslan Bulut’a kötü haber, silsilenin ondan yukarısı Türk değil.)

Altıncısı, “Coşan’ın Türk kimliğini dışlayan Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu bir hareketi desteklemesi söz konusu bile olamazdı” şeklindeki ifade de gerçek dışıdır. Tam aksine, zamanında Tayyip Erdoğan’ı belediye başkanlığı adaylığı için cesaretlendiren ve Erbakan’a bu konuda emrivaki yapmasını sağlayan kişi, Esad Coşan hoca idi. Ayrıca, Türklük vurgusu yüzünden kendisiyle ters düştüğü ileri sürülen Erbakan’ın hükümet kurması için Yazıcıoğlu’nu ikna eden de oydu.

Yedincisi, “1998 yılında Sağduyu adlı bir gazete kurduruyor ve bu gazetede İslamcı, Milliyetçi ve solcu görüşlerin bir arada seslendirilmesini istiyordu” denilen Esad Coşan’ın, böyle bir düşüncesi hiçbir zaman olmamıştır. Bu, ona atılmış bir iftiradır. Böylesi eklektik yaklaşımlar Ekber Şah gibi sapıklara aittir. Esad Coşan, onunla mücadele etmiş bulunan İmam-ı Rabbanî çizgisinde yer almaktadır, silsilesi ona dayanır. Kısacası, benim tanıdığım Esad Coşan, İslam’ın yanı sıra milliyetçiliğin veya solculuğun sözcülüğünün ya da propagandasının yapılması için gazete çıkarmazdı. (“Milliyetçilik Kürt’te, Arap’ta, Arnavut’ta, Çerkez’de, Gürcü’de, Pakistanlı’da, Afganlı’da, Malezyalı’da, İranlı’da kötü, Türk’te iyidir” şeklindeki bir çifte standart, İslam’da yoktur.) Sağduyu Gazetesi’nin yayınlanması için önce genel yayın yönetmeni olarak Mehmet Ocaktan ile anlaşılmış bulunuluyordu. Bu şahıs, iki ay boyunca, oturup beklemekten başka birşey yapmamıştı. Bunun üzerine, muhtemelen “Türk istihbarat kaynakları”na yakın cemaat içi isimlerin Genel Müdür Zafer Şanlı’nın kulağına fısıldaması sonucunda, adı geçen Arslan Bulut ile anlaşmaya varılmıştı. O da, kısa zamanda çıkarmayı başardığı gazeteyi, o zamanlardan beri üzerinden atamadığı Doğu Perinçek hayranlığı çerçevesinde Türkçü ve Solcu isimlerle doldurmaya çalışmıştı. Çok kısa bir süre sonra da işine son verilmişti.

“Türk istihbarat kaynakları”nın “muhteşem” değerlendirmeleri, işte böylesi açık bilgi yanlışları ile birlikte kotarılıp servis ediliyor.

Şayet, “Türk istihbarat kaynakları” her meseleyi bu bilgi düzeyinde ve bu ciddiyette “değerlendiriyor” ve analiz ediyorlarsa, Türk hükümetinin acilen istihbarat işlerini de “özelleştirme“sinde yarar var.

Şu laubaliliğe bakın.. Esad Coşan hakkında ahkâm kesmek için çıka çıka Arslan Bulut ortaya çıkıyor ve “Türk istihbarat kaynakları”nı referans göstererek, onlar adına “değerlendirme” pazarlıyor.

Esad Coşan’ın ölümü hakkında konuşması için bula bula Arslan Bulut’u buluyorlar. (Bir de Emin Pazarcı‘mız var.. O, Bulut’sal değerlendirmeleri ciddiye almayanlar için, Türk istihbarat kaynaklarını işin içine katmadan, arkeolojik izah tarzları ve Dan Brown tarzı romanlara ilham verecek senaryolar geliştiriyor.)

“Sonradan öğrendiğime göre”, diyor Arslan Bulut, “bu gazete, yeni bir partinin zeminini oluşturacaktı”.

Yanlış öğrenmiş, yanlış öğretmişler.

Yeni bir partinin zeminini oluşturması mümkün değildi, çünkü gazete, bir yıl sonra kapanmıştı.

Olmayan bir zemine bina kurulamaz.

Ancak, gerçekten de, gazete kapandıktan üç-dört yıl sonra, aynı adla bir parti kurulmuştu (“Gazete kalmadı, parti verelim” hesabı).

Bu lüzumsuz tabela partisinin niçin kur(dur)ulduğuna, buna neden ihtiyaç duyulduğuna o sıralarda kimsenin aklı ermemişti. Ancak, Arslan Bulut’un “Türk istihbarat kaynakları”nın “değerlendirmeleri”ne dayanan yazısı, meselenin anlaşılması için işe yarar bir anahtar sunuyor: “Kısacası AKP olarak ortaya çıkan yapılanmayı, aslında Türk-İslamcı bir çizgide Esat Coşan kuracaktı. Ancak, 28 Şubat süreci, böyle bir yapılanmaya izin vermedi. AKP, yaratılan bu boşlukta tek başına iktidar oldu.

28 Şubat Süreci, böyle bir yapılanmaya nasıl izin vermedi?

Nedense, Arslan Bulut bu bahse girmiyor.

Şayet Esad Coşan’ın böylesi hesapları olsaydı, Erbakan hükümetini desteklemez, hatta onun devrilmesinden ve siyasî yasaklı hale gelmesinden, kendisine oyun kurma alanı açılıyor diye memnuniyet duyardı.

Bulut’un deyimiyle “yaratılan bu boşluk” için ellerini oğuştururdu.

Evet, bu laf, “yaratılan boşluk” ifadesi gerçekten çok ilginç..

Demek oluyor ki, “Türk istihbarat kaynakları”, Esad Coşan’ın ölümüyle “yaratılan bu boşluk”ta, yerini alan Nurettin’in, “Türk-İslamcı bir çizgide”, yani Esad Coşan’a izafe edilen Türklük vurgulu çizgide, AKP muhalifi bir hareket oluşturmaya kalkışabileceği “değerlendirmesi”ni yapmışlardı.

Önlerindeki koskoca uçağın askerî mi, sivil mi olduğunu öğrenemiyor, göremiyorlardı, fakat Esad Coşan’ın gelecekte ne yapacağını, ne yapması gerektiğini biliyorlardı.

“Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim / Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde” hesabı..

Esad Coşan’ı Haziran 1997‘de Avustralya’ya gönderecek kadar zaman ve zeminden habersizdiler, fakat onun cenazesini Türkiye’ye getiren İngiliz ajanlarını şıppadanak tespit ediyorlardı.

Böylesi muhteşem bir “değerlendirme” yeteneğinin, bizim anlayamadığımız şeyleri keşfetmesi, “Esat Coşan’ın Türk-İslamcı çizgide olduğu”nu ve bu yüzden Erbakan’la çatıştığını, Erdoğan’la da çatışacağını hemen anlaması gayet doğal.. (Erbakan’la çatışan Esad Coşan hoca, eğer ben onu birazcık tanıdıysam, gömlek değiştirip laiklik havariliğine soyunan, Gazi Mustafa Kemal edebiyatı yapan Erdoğan’la, Erbakan’la çatıştığının yüz misli daha şiddetle çatışırdı, fakat bu ayrı konu.)

Biz anlayamamıştık ama, bu olağanüstü “değerlendirme” kabiliyetinin, Esad Coşan’a biçilen misyonu Nurettin’in başarıyla gerçekleştireceğini yıllar öncesinden anlamış olması şaşırtıcı değil.

Değerlendirme yapmak, Nurettin gibi isimleri değerlendirmek önemli.. Arslan Bulut’un laflarından anlaşıldığı kadarıyla, “Türk istihbarat kaynakları” bu değerlendirmeyi çok iyi yapmış, yapıyor.

“Türk istihbarat kaynakları”, askerî uçak ile sivil uçağı ayıramıyorlar ama, varsın olsun.. Zararı yok.. Başka türden olağanüstü bir firaset, basiret ve öngörü yetenekleri var.. Kimin ne yapacağını, yapması gerektiğini, çok önceden değerlendirebiliyorlar..

Gelecekte kimin hangi rolü oynayacağını genellikle tam bir isabetle biliyorlar. Genelde kimse onları tahminlerinde, yani değerlendirmelerinde hatalı çıkarmıyor, çıkaramıyor. Çünkü değerlendirmelerinin sürekli doğru çıkması gibi bir meziyetleri var.

Ancak, değerlendirmelerindeki bunca isabete rağmen, biz faniler gibi onların da kafalarında bazen soru işaretlerinin oluştuğu anlaşılıyor. Değerlendirmelerindeki isabet konusunda bazen kaygıya kapılmaları onların da hakkı.

Bulut’un ifadeleri bu açıdan gerçekten ufuk açıcı.. Diyor ki: “Coşan bütün eserlerinde ve konuşmalarında, Türk-İslam’cı bir felsefe ile hareket etmiş, ancak dış bağlantıları her zaman soru işareti uyandırmıştı.

Dış bağlantılar..

Soru işareti..

Esad Coşan’ın dış bağlantıları, “her zaman soru işareti” uyandırmışmış.

Hele de, 1997 yılında yurtdışına çıkıp bir daha da geri dönmemesi, dış bağlantıları çerçevesinde Avustralya’ya yerleşmesi, bu soru işaretini kim bilir nasıl çılgına çevirmiştir..

28 Şubat Süreci’nde, Enver Ören gibi uyumlu bir “abi”mize bile, “Başörtüsü sokakta da yasaklanır, itiraz edilirse icabında on milyon insan öldürülür” diye birilerince ayar verildiği sırada, Esad Coşan’ın Enver Ören gibi azar işitmeye razı olmayıp dış bağlantılarını kullanması, kafalarda kim bilir ne tür soru işaretleri “uyandırmıştır”..

“Türk istihbarat kaynakları”nın o günlerde ne yapıp yapmadığı yeterince biliniyor. Başarıları cümlemizin malumu.

İşte bu “Türk istihbarat kaynakları”na göre, 28 Şubat Süreci’nde Batı’yı ve özellikle İsrail’i hedefe koyan Esad Coşan’a, Amerikan ve İngiliz gizli servisleri, Erbakan hükümetinin kuruluşunda ve varlığını sürdürmesinde oynadığı rolden dolayı ellerini bile sürmüyorlardı. Fakat, 2001 yılı başında nedense birden bire uyanıyor, gaipten haber gelmiş gibi, yaklaşık iki yıl sonra kurulacak AKPARTİ hükümetine Esad Coşan’ın Türklük vurgusu merakı, Türk kimliği düşkünlüğü ve Türk-İslamcı çizgisi nedeniyle cephe alacağını düşünüyorlardı. Böylece, 28 Şubat Süreci sayesinde iktidar olan Ecevit-Mesut Yılmaz-Devlet Bahçeli troykasının saltanatının sürmesi için Tayyip Erdoğan’a cephe alacağını düşündükleri Esad Coşan’ı bir trafik kazası ile öbür dünyaya uğurlamaya karar veriyorlardı.

Çok zekice bir açıklama, değil mi?..

Amerikan ve İngiliz ajanları, Erbakan düşmanlıkları yüzünden, onun iktidar olmasını sağlayan ümmetçi ve Şeriatçı, İsrail’e savaş açmaktan söz eden cihatçı Esad Coşan’a birşey yapmaya gerek görmüyorlardı (Şeriat kavramını yazılarına başlık yapan, Mehmed Zahid Efendi tarafından görevlendirilmiş olmasını Şeriatçılığına bağlayan biriydi o). Fakat onun, tıpkı Devlet Bahçeli gibi –ki bu Bahçeli, İsmail Durak Ünlü’nün şahitliğine göre, Türkeş’in cenazesine katılan Esad Coşan’a hakaret etmiş ve onu kovmuş bulunuyordu– ilerde Türklük vurgusu yapacağını ve Türk kimliğine düşkünlük göstereceğini, bu açılardan zayıf bulduğu geleceğin başbakanı Tayyip Erdoğan’a karşı ilerde bir gün mutlaka muhalif bir siyasal hareket başlatacağını paranoyalarıyla düşündükleri için, onu ortadan kaldırmak üzere harekete geçiyorlardı. İşi şansa bırakmak istemiyorlardı.

Doğrusu, “Türk istihbarat kaynakları”nın bu zekice değerlendirmesi karşısında insan duygularına hakim olmakta güçlük çekiyor; kalpteki bir takım duygular resmen tavan yapıyor.. “Vay be, analar neler doğuruyormuş da haberimiz yokmuş.. Kimlerle aynı memlekette yaşıyormuşuz” diye derin derin düşünmeden edemiyorsunuz..

Yani düşünün, “Türk istihbarat kaynakları” olmasa, Esad Coşan’ın ölümü olayını “kritik ve analitik” bir şekilde bu güzellikte değerlendirme konusu yapmayı kendimiz nasıl başarabilirdik ki!..

“Aklımızı nasıl kullanacağımız” konusunda aklımızı nasıl kullanacağımızı nerden öğrenecektik ki!..

Arslan Bulut’un açıklamalarına göre, ortada çok ilginç bir durum var: “Türk istihbarat kaynakları” öyle bir iz sürmüşler ki, Esad Coşan’a yönelik suikasti sadece İngiliz gizli servisi elemanlarının yaptığını tespit etmekle kalmamış, onları bu işte taşeron olarak kullananın CIA olduğunu da öğrenmişler. Yani, dünyanın herhangi bir ülkesine ait bir gizli servisin, mesela Avustralya’da suikast düzenlemek istediğinde, CIA gibi çok güçlü ve yaygın bir ağa sahip olsa bile, işi İngiliz gizli servisine havale etmesinin daha “temiz” iş çıkarmayı sağlayacağını keşfetmişler.

Az önemli, pratik ve yararlı bir bilgi değil yani..

Bu pratik bilgiyi Arslan Bulut aracılığıyla bizimle paylaşan “Türk istihbarat kaynakları” işi bu noktada bırakmamalı, bize acımalı, Esad Coşan’ın şu dış bağlantıları konusundaki soru işaretine de açıklık getirmeliler. (Bu noktada, eski MİT’çi Necdet Küçüktaşkıner’in 17 Mart 1997 tarihinde TBMM Susurluk Komisyonu‘na verdiği ifadesinde geçen şu muhavereyi hatırlamak yararlı olabilir: “NECDET KÜÇÜKTAŞKINER – MİT’tir demiyorum, MİT’i provoke eden CIA diyorum; çünkü, MİT’in CIA veya yabancı bir istihbarat teşkilatının MİT içindeki provokasyonunun faturasını maalesef MİT ödemek zorunda kalıyordu. HAYRETTİN DİLEKCAN (Karabük) – CIA suçlu diyorsunuz… NECDET KÜÇÜKTAŞKINER – Gayet tabii. HAYRETTİN DILEKCAN (Karabük) – CIA’nin görevi zaten o. YAŞAR TOPÇU (Sinop) – Yalnız, bir noksan bilgi var burada. Ben isterseniz bir soru sorayım, aydınlanalım. Müttefik ülkeler içerisinde, müttefik ülkelerin dış istihbaratları veya iç istihbaratları birbiriyle istihbarat alışverişi yaparlar mı? NECDET KÜÇÜKTAŞKINER – Yaparlar. YAŞAR TOPÇU (Sinop) – İşte odur mesele.” Bakınız: http://www.son.tv/Haber/detay/haber-170825)

Esad Coşan’ın dış bağlantıları konusundaki soru işareti, 28 Şubat Süreci’nde, “Türk istihbarat kaynakları”nda Esad Coşan hakkında ne tür beyin fırtınalarına ve operasyonel planlara yol açıyordu acaba?

Açmıyor muydu?

Bu konuda kafamızda oluşan “soru işaretleri”ne cevap olacak açıklamaları, Bulut’un yazılarında görmek isterdim.

Ama yok..

Nasıl Esad Coşan’ın dış bağlantıları birilerinin kafasında daima soru işareti uyandırmış idiyse, başkasının kafasında da, “CIA tarafından kolayca provoke edildiği açıklanan MİT‘in” dış bağlantıları konusunda soru işareti uyanamaz mı?.

Kafalarda uyanabilecek bu soru işaretiyle ilgili verebileceğim yeterince aydınlatıcı bir cevap yok.

Fakat çok iyi bildiğim birşey var..

Bulut’un Esad Coşan hoca için mahir bir terzi gibi biçip diktiği elbise aslında ona uymuyor, fakat Nurettin’in üzerinde fazlasıyla iyi durduğu söylenebilir.

“Türk istihbarat kaynakları”nın değerlendirmeleri çerçevesinde Esad Coşan’a yakıştırılan misyonun adamı aslında Nurettin.. (Hatta, “gaz”a gelip işi abarttığı, Bahçeli’den bile daha hevesli bir bozkurtçuluğa kendisini kaptırdığı görülüyor.)

Madem ki ortada Nurettin vardı, “Türk istihbarat kaynakları”, “CIA talimatı ve İngiliz gizli servisi eliyle Hoca’nın ortadan kaldırılması” hikâyesini, Necip Fazıl’a ait deyimle, “üzüntüden uzak bir alâka ile” “değerlendirmiş” olabilirler miydi?

Yoksa, olamazlar mıydı?

Onların, “Esad Coşan öldüyse ne gam! Nurettin sağolsun” diye düşünmek için yeterince nedenleri var mıydı, yok muydu?

Acaba, “Türk istihbarat kaynakları”na yakın Arslan Bulut gibi yazarların ve Emin Pazarcı gibi isimlerin, ikide bir, “Gettiii.. Gettiii. Civan gibi Esad hoca gettiii. CIA, MI5, Amerikan ajanları, İngiliz gizli servisi elemanları, askerî uçaklar, Barnabas İncili… Amaniin gettiii.. Höngürt” diye dertlenmeleri, timsah gözyaşlarına ilişkin bilgi dağarcığımıza katkıda bulunma amacı taşıyor olabilir mi?

Türk-İslamcı, Türklük vurgusu uğruna Erbakancılarla mücadele edecek, Sağduyu gazetesinde değilse bile Sağduyu Partisi’nde esas itibariyle milliyetçi ve solcu görüşleri savunacak, bu arada “temiz yürekli, temiz düşünceli” saf vatandaşları da “hikmet” gibi anlamını bile doğru dürüst bilmedikleri kavramlarla oyalayacak bulunmaz bir Hint kumaşı, “doğal lider” Nurettin kardeşimiz, Esad Coşan hocanın yerini almak ve AKPARTİ’nin gelecekteki iktidar günlerinde “bozkurtlara yol vermek üzere”, Türk kimliğini umursamayan Erdoğan‘a cephe almak için hazırda beklerken, hakkında “soru işareti” bulunan Esad Coşan’ın ölümünü acaba “Türk istihbarat kaynakları”ndan kim dert ederdi!..

Bozkurtlara yol vermek”..

Ne acayip bir “yol” bu!.. Kurtların gittiği bir yol.. Kurt yolu..

Arslan Bulut’un Türk istihbarat kaynaklarını referans göstererek dile getirdiği “değerlendirme“leri 2003 yılında okumuş olsaydım, Bulut’un cehaletine güler geçerdim. “Bu işin içinde bir iş var” diye düşünmek hiç aklıma gelmezdi.

Şimdi ise, yaşananlara bakınca, o zamanki saflığıma şaşırıyorum..

 

 

(NOT: Aslında, “Türk istihbarat kaynakları”na ait, “Esad Coşan’ın CIA tarafından İngiliz gizli servisi eliyle öldürülmüş” olması “tespit”i, herkesi mutlu ediyor.

“Türk istihbarat kaynakları”nı mutlu ediyor, çünkü hem kaza bilmecesini çözmüş, hem de sağlığı için “dertlendikleri” Esad Coşan’ın “katilleri”ni arayıp bulmuş ve muhteşem bir istihbarat başarısı sergilemiş oluyorlar. Her ne kadar bu “tespit”, masabaşı habercilik türünden bir “Atıyorum” senaryosundan daha ciddi bir bilgi parçacığı içermiyorsa da,  “Esad Coşan neden Türkiye’den kaçmak zorunda kalmıştı?.. Neden Türk yetkililerin değil de Avustralya gibi yabancı bir ülkenin yetkililerinin yönetimi altında kendisini daha güvende hissediyordu? Kimlerden çekiniyor, korkuyordu?” sorusunu unutturmaya yarıyor.

Evet, “Türk istihbarat kaynakları”, bu “tespit” ile, zımnen, “Yaa işte böyle.. Esad Coşan buradan kaçıp İngiliz’in Avustralya’sına sığınırsa işte böyle olur. Göz göre göre kendisini öldürtmüş oldu. Sakın başkası böyle bir hata yapmasın” mesajını da vermiş oluyorlar mı? Bu, aba altından sopa göstermek midir, yoksa öleni geri getirmeyen geç kalmış bir istihbarat başarısı mıdır?.

Esad Coşan’ın CIA ve İngiliz gizli servisi tarafından öldürülmüş olması “tespit”i, “İskenderpaşalı” olduklarını söyleyenleri de mutlu ediyor. Böylece, Ergenekoncular’ın da şu sıralarda atıp tuttukları “dış güçler” tarafından şehid edilmiş bir kahraman hocanın vatansever izleyicileri olmanın hazzına erişiyorlar. Bu arada, “Türk istihbarat kaynakları”nın “cemaat içi” uzantıları da bu fazlasıyla saf vatandaşlara, “Biz, koskoca CIA’in ve İngiliz gizli servisinin uğraştığı bir cemaatiz. Türkiye’de onların hedefi İskenderpaşa. Dış güçlerin, uluslararası odakların hedefinde İskenderpaşa var” diyerek/dedirterek “gaz” veriyor ve onları bu “tespit”e yürekten inandırıyor olabilirler mi?

Ya da, olamazlar mı?)

 

(Konuyla ilgili diğer yazılar için bakınız:

ESAD COŞAN’IN “DOĞUM”U NEDEN HATIRLATILIYOR DA, “ÖLÜM”Ü UNUTTURULUYOR?

“PROF. COŞAN’IN ÖLÜMÜNDE KİLİT İSİM”

ESAD COŞAN’IN ÖLÜMÜYLE İLGİLİ İDDİALAR SORUŞTURULMALIDIR)

ESAD COŞAN’IN ÖLDÜĞÜ KAZAYI ÇÖZMEK İÇİN ARSLAN BULUT’U KILAVUZ EDİNENLER

 

KAZADAKİ SİS: ESAD COŞAN ŞEHİT OLDUYSA, SUİKASTİ KİM YAPTI?

 

“PROF. COŞAN’IN ÖLÜMÜNDE KİLİT İSİM”

Görsel

Mehmet Çevik

 

Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan’la ilgili olarak haber7.com’da 4 Şubat 2008 tarihinde yayınlanan yazının başlığı böyleydi: “Prof. Coşan’ın ölümünde kilit isim” (http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=141328).

Söz konusu yazıdan, ancak bir – bir buçuk ay sonra, birisinin beni bilgilendirmesi sonucunda haberdar olacaktım.

Haber, siteden kaldırılmıştı. Çünkü, ilgili isim (“kilit isim”), kaldırılması için teşebbüse geçmiş bulunuyordu.

Ancak, bir defa ok yaydan çıkmış, söylenenler söylenmişti.

“Kilit isim”in yapması gereken şey, hakkındaki iddiaların yüksek sesle söylenmesine yasak getirmek değil, o iddiaları çürütecek, yanlışlıklarını ortaya koyacak açıklamalar yapmak olmalıydı.

Cevap vermeyip salt “yayın yasağı” getirmek, dolaylı olarak iddiaları onaylamak olarak da anlaşılabilirdi.

Yazı, şöyleydi:

“Prof. Coşan, bilindiği gibi 28 Şubat sonrasında önce Almanya’ya gitti. Dost grubunun yoğun bulunduğu Essen eyalet merkezine yerleşti. Hizmetlerini yalnızca Almanya değil, çevre ülkelere de yayarak yürüttü. Bu sırada, çevresinde hizmette ve fedakarlıkta çok cömert bir isim ortaya çıktı. Bu isim, yıllardır hizmette bulunan bir çok kişiyi geride bıraktı ve kısa sürede Hocaefendi’nin etrafındaki bir kaç isimden biri olmayı başardı. 30 yaşlarında, esmer, hafif kilolu, kirli sakallı bu genç, kendini bir çok kişiye farklı tanıştırmaya başlamıştı. Kimine göre, İngiltere’de filoloji okumuştu, kimine göre şeker ticareti yapıyordu, kimine göre de babasının İstanbul’da işhanları vardı ve varlıklı bir ailenin çocuğu idi. S. G. adındaki bu genç, hizmette o kadar hızlı idi ki yıllardır çevresinde bulunanların yapabildiği himmetten daha fazlasını tek başına yapabiliyordu. Lüks arabalar alıp Hocaefendi’nin hizmetine verebilecek kadar cömert idi. ‘Varlıklı bir ailenin çocuğu’ olduğu için çalışmak zoruda değildi ve yalnızca servetini değil, bütün vaktini de Hocaefendi’ye vakfedebiliyordu. Bu genç, hızını alamadı ve 1997 yılının son aylarında Bonn yakınlarındaki Siebengebirge (yedisıradağlar) kasabasında bir villa kiraladı ve Hocaefendi’nin bir süre burada ikamet etmesini sağladı. Bu hızlı genç, ‘hizmet nerede ise S. G. orada’ mantığı ile gayret ediyordu. Prof. Coşan’ın sevenlerinin yanında ‘sığınmacı’ gibi kalmasına gönlü elvermeyen bu genç, bir süre sonra bir fedakarlıkta daha bulundu. 400 bin Mark para vererek Essen’de 3 katlı bir villa satın aldı. Bir katını Hocaefendi’ye tahsis etti. Prof. Coşan, artık eşi ile birlikte bu evde yaşamaya başlamıştı. ‘S. G.’ olarak tanınan bu genç, bu fedakarlığı sayesinde artık Hocaefendi ile kimin görüşüp kimin görüşmeyeceğini de bir tür kontrol altına almıştı. Milletvekilliği ile birlikte dokunulmazlık zırhı da kalkan Hasan Mezarcı da 28 Şubat depremi sonrasında yurt dışında yaşamak durumunda kalmıştı. Bir gün Ankara Üniversitesi’nden hocası olan Prof. Coşan’ı ziyaret etmek istemişti. Ne var ki evin sahibi olan S. G., Hocaefendi’nin biraz rahatsız olduğunu söyledi ve görüştürmeye bir türlü yanaşmadı. Mezarcı, bu kez Prof. Coşan’ın çevresinde bulunan öteki isimlerden yardım istedi. Yıllardır tanıyıp bildiği İbrahim Balçok’a gitti. Mezarcı, Balçok’a, ‘Ben artık imkan olsa bile Hocaefendi ile o adamın evinde görüşmek istemiyorum. Beni Hocam ile görüştür’ dedi. İbrahim Balçok, ilk fırsatta Hocaefendi’yi kendi evine davet etti. Hasan Mezarcı ile dar kapsamlı bir görüşme yapıldı. Sözünü sakınmaması ile bilinen Mezarcı sözü uzatmadan konuşmaya başladı. ‘Hocam bu S. G. denilen adam istihbarattan. Ben bu işin kitabını yazdım. Kendinize dikkat edin’ dedi. Hocaefendi biraz durakladı ve ‘Olabilir. Haklı olabilirsiniz’ karşılığını verdi. Sonra başka konular konuşulmaya başlandı. Hocaefendi, 1998 yılında bazı şeyleri bahane ederek Avustralya’ya geçti…. Hocaefendi’nin Avustralya’ya göçmesinin hasretine dayanamayan S. G. de bir süre sonra aynı yolu takip etti. Almanya’daki evini satmış ve Prof. Esat Coşan’ın bulunduğu kentte bir eve yerleşmişti. Almanya’da olduğu gibi yine Hocaefendi’nin özel şoförlüğünü yapmaya başlamıştı. 4 Şubat 2001 günü Girifit şehrinde bir cami açılışı yapılacaktı. Cemaat büyük bir konvoy halinde ilerliyordu. Yerel saatle 12.00 civarı (Türkiye saati ile 04.00) idi. Sydney’e 600 kilometre mesafede bulunan Dubbo kasabası yakınlarında bir trafik kazası yaşandı. Prof. Esat Coşan ve damadı (aynı zamanda cemaatin gelecekte lideri olacak isim diye bakılan isim) Prof. Ali Yücel Uyarel birlikte can verdi. O gün S. G. biraz rahatsızdı, Hocaefendi’nin bulunduğu aracı kullanmıyordu. Konvoyda dördüncü sırada yer alan bir araçta idi. Elim kazadan hemen sonra konvoy durdu. S. G.’nin de aralarında bulunduğu birkaç kişi, Hocaefendi’yi ve damadı Ali Yücel Uyarel’in cesetlerini araçtan çıkardı ve yolu temizleyip trafiğe açtı. Kaza, karşıdan gelen araca çarpmak suretiyle meydana geldi diye kayıtlara geçti. Oysa, yapılan araştırmalar bir şeyi ortaya çıkarmıştı. Kaza, karşıdan gelen araca çarpmak değil, önde giden stop lambası bozuk TIR’a çarpmak suretiyle meydana gelmişti. Kimilerine göre, sürücünün dikkatinin karşıdan gelen araca odaklandığı bir anda öndeki stop lambası bozuk aracın ani fren yapması sonucu, arkadan gelen aracın çarpması suretiyle yapılan bu tür ‘kazalar’ İngiliz istihbaratı tarafından daha önce de kullanılmıştı. S. G., Hocaefendi’nin vefatından iki üç hafta sonra Almanya Bochum’da yapılan anma toplantısında görüldü. Prof. Ahmet Akgündüz ve Nuri Yazar’ın da katıldığı bu anma toplantısında bir konuşma yapmak istedi. Önce hayır diyenler sonradan ‘buyur’ edip mikrofonu verdiler. S. G.’yi bir daha da cemaatten gören olmadı.”

 

Haberde doğrularla yanlışların harmanlandığını görüyoruz.

“S. G.’yi bir daha da cemaatten gören olmadı” ifadesi doğru değil. S. G., bir süre sonra, yanına aldığı bir başkasıyla birlikte “cemaatten biri”ni ziyaret etmiş, kendi kullandığı arabayla onu Beykoz’a, Yuşa Tepesi’ne götürüp getirmiş ve bu sırada, maruz kaldığı ithamları ona anlatmış bulunuyor.

Ayrıca, o görüşmede, hâlâ Avustralya’da Brisbane’da ikamet ettiğini de belirtmiş durumda. Yani oradaki cemaat mensupları onu “görüyorlardı”.

Ancak, daha sonra ortadan kaybolduğu doğru.

Bunun yanı sıra, haber7.com’daki yazıda yer alan “… bu tür ‘kazalar’ İngiliz istihbaratı tarafından daha önce de kullanılmıştı” ifadesi dikkat çekici. Doğal olarak, bu tür “kaza”lar hiçbir gizli servisin tekelinde değildir. Bu kayıt aslında, okurlara, “Hasan Mezarcı’nın sözünü ettiği istihbarat, İngiliz istihbaratı” mesajını vermek anlamına geliyor. Çaktırmadan yapılan bu tür yönlendirmelere NLP’ciler “bilinçaltı mesaj tekniği” adını veriyorlar. (İlginç bir başka husus, Emin Pazarcı’nın “Barnabas” hikâyesine dört elle sarılan ve bu “öykü”yü gözümüze sokan “ulusal” medyamızın şu S. G. olayı karşısında kör, sağır ve dilsiz kesilmiş olması.)  

Gerçekte, S. G.’nin Esad Coşan hoca ile Hasan Mezarcı’nın görüşmesine engel olmaya çalışması, İngiliz istihbaratı açısından düşünüldüğünde gereksiz ve anlamsız birşeydir. Mezarcı’nın kastettiği “(the) istihbarat”ın İngiliz istihbaratı olmadığı da malumdur.

Diyelim ki, söz konusu yazıda geçen “İngiliz istihbaratı” iması gerçeği yansıtıyor. Bu durumda, Türk istihbaratının neden S. G.’nin peşine düşmediği, onun taa İstanbul’a gelip yanına birini de takarak “cemaatten biri”ni ziyaret etmesini bile niçin kayıtsızlıkla izlediği, ve ayrıca, hakkındaki yayınlara S. G.’nin şu anda bile Türk avukatlar aracılığıyla müdahalede bulunmasını hangi saiklerle ilgisizce seyrettiği sorularına cevap bulamayız. Türk avukatları üzerinden S. G.’ye (veya onun gerçek kimliğine) ulaşmak bir istihbarat teşkilatı için bu kadar mı zordur?!

Şayet yazıdaki “İngiliz istihbaratı” iması gerçeği yansıtıyorsa, Ergenekon’un aslında İngilizler’in ülke içindeki uzantısı (ya da işbirlikçi ajanlar çetesi) olduğunu düşünmemiz, İngilizler’in Esad Coşan hocayı Ergenekon’a kovalatıp Avustralya’da tuzağa düşürdüklerini kabul etmemiz gerekecek. Bu durumda da, hem Türk istihbaratının, hem de Türk yargısının, Esad Coşan “kazası” üzerinden Ergenekon’un İngiliz bağlantılarını araştırmasını beklemek hakkımızdır.

Söz konusu ima doğruysa, bunu Türk istihbaratı araştırmayacak da kim araştıracak?.. Ya da, Türk istihbaratı bunu da araştırmayacaksa, neyi araştıracak, neyi araştırıyor?..

Evet, Türk istihbaratı şayet bu S. G. olayına açıklık getirirse, şahsen, “Berlin’de hakimler var” lafını akla getirecek şekilde “Türkiye’de istihbaratçılar var” sözünü iftiharla söyleyebileceğimizi düşüneceğim.

“Türkiye’de istihbaratçılar var” diyeceğim.

Hem de “Bunlar ‘millî’.. Türkiye’de ‘milî’ istihbaratçılar var”  diyeceğim.

CİNAYET, SUİKAST VE EŞKIYALIK

Görsel

CİNAYET, SUİKAST

VE EŞKIYALIK

 

Prof. Dr. M. Tâhir bin Âşûr

 

İslam hukukunun hadleri, kısası, ta’zîri ve cinayet erşlerini (diyetlerini) düzenlemesinde gözetmiş olduğu gayeler başlıca üç kısımdır: 1) Caninin uslandırılması (te’dibi), 2) Mağduru razı etme, 3) Suç işlemeye yeltenmek isteyen kimseleri niyetlerinden caydırma.

(…)

Ukûbat (ceza hukuku) alanında hukukun ikinci gayesi, mağduru razı etmektir. Çünkü insan tabiatında, kendisine kasden tecavüzde bulunan kişiye karşı aşırı bir kin, hata yolu ile tecavüzde bulunana karşı da bir öfke duygusu vardır. Bu duygu, kendisini intikam almaya sürükler. (…) Mağdur ya da taraftarları intikam almaya fırsat ve güç bulduklarında, derhal harekete geçer ve öçlerini alırlar. Fırsat ve güç bulamadıkları zaman da kin ve öfkelerini içlerine gömerler ve buldukları ilk fırsatta intikam almaya koşarlar. (…) Bu durumda, hukukun gözettiği gayelerden biri de, mağduru razı etmeyi bizzat kendisinin üstlenmesi ve süregelen kin ve intikam duygularının ortadan kaldırılması için bir had getirmiş olmasıdır. Hz. Peygamber s.a.s. Veda Hutbesi’nde “Cahiliye dönemi kan davaları kaldırılmıştır” buyurmuştur.

Adaletin gerçekleşmesiyle birlikte, mağdurun da razı edilmesi gayesi, insan tabiatında bulunan intikam duygularının yatıştırılmasına yöneliktir. Bu yüzden hukuk, kısasta, hâkim karar verdikten sonra, kâtili, maktûlün velilerine (yakınlarına) teslim ederek, bu cezanın infazı yetkisini onlara vermiştir. Veliler, hâkimin gözeteminde, kâtilin elindeki bir iple onu kısas cezasının uygulanacağı yere çekerler (ki buna “kaved” denilir); böylece Cahiliye döneminde yaptıkları şekilden oldukça uzak, gayet nezih bir şekilde, fakat zahiren de ona benzer bir hava vermek suretiyle içlerini kemiren kin duyguları teskin edilmiş olacaktır. Hukuk nazarında bu mana, yani mağdurun teskin edilmesi gayesi, caninin uslandırılması, terbiye edilmesi gayesinden daha önemlidir. Bu yüzden, her iki gayeyi de gerçekleştirmenin sözkonusu olamayacağı durumlarda, mağdurun razı edilmesi gayesi tercih edilir. Bu durum, kısasta sözkonusudur. (…)

Bütün bu hükümler, eşkiyâlık (hırâbe) anındaki öldürme ile tuzak kurarak öldürme (gayle) dışındaki cinayet hadiselerinde geçerlidir. (…)

Üçüncü gaye ise, suç işlemeye yeltenmek isteyen kimseleri niyetlerinden caydırmadır. (…)

Bu üçüncü gaye, bütün ümmetin ıslâhıyla ilgilidir. (…) Ancak toplumun caydırılması, âdil olmayan bir yolla sağlanamaz. (…) Bazı hallerde mağdurun suçluyu affetmesi [kısas yerine diyete razı olması] nadiren olacağından, cezanın uygulanmasının caydırıcı fonksiyonunu ortadan kaldırmış olmaz. Bu, cinayet işlemek isteyen kimsenin aklına, düşündüğü cinayeti irtikap fikri geldiği zaman, “Nasıl olsa beni de affederler” gerekçesine dayanmasını da ortadan kaldırır. Bu yüzdendir ki hukukun, hırsızlık, sarhoşluk ve zina suçlarında olduğu gibi, belirli kişilerin hakkı sözkonusu olmayan suçlarda, affı kabul etmediğini görüyoruz. Çünkü, af sözkonusu olmayan bu tür suçların irtikabında, kamu düzeninin ihlali, bizzat hukuk düzenini ortadan kaldırmaya yönelik bir girişim vardır. Hırâbe (eşkiyâlık) da böyledir. Tuzak kurarak öldürme suçunda ise, maktûlün velilerinden affın kabul edilmemesi [diyetin sözkonusu olmaması, mutlaka kısas yapılması], cinayetin alçakça işlenmiş olmasından dolayıdır. Hırâbede eşkiyanın ele geçmeden önce tevbe etmesi durumunda, tevbesinin kabul edilmesi, güvenliğin sağlanması için aşırı bir çaba gösterilmesinin, emsallerinin onu örnek almalarını ve böylece teslim olmalarını teşvik etmenin bir sonucudur.

*

(M. Tâhir bin Âşûr, İslâm Hukuk Felsefesi, çev. Vecdi Akyüz ve Mehmet Erdoğan, İstanbul: İklim Y., 1988, s. 326-329.)

*